27 Eylül 2008 Cumartesi

ELLER, YÜZLER, BİR SABAH, BİR NEFES



ne zaman gözlerimi arkaya atsam, adımımı unutsam, ayaklarım bırakıyor yere çekilmeyi. gözlerime saldıran tozlarıyla pis bir rüzgar kapıyor bedenimi. küçük ağızları rüzgarın, şakaklarıma yapışıyor. sürüklüyor, emiyor, sürüklüyor... uğultulu bir karanlığın ardından yorgun, renksiz düşen bedenim, bir sıfır dünyaya uyanıyor. gözlerim ağır, gözlerim çok yük taşıyor.

ayaktaysam, yer çekimindeysem; kim bir ip bağlamışsa üzerime, çekiştiriyor, çeviriyor bedenimi, kendi aynasını tuttuğu yere. kafam 360 derece dönüyor. her köşeye kağıt dağıtıyor sağ elim, herkesle tokalaşıyor. sol elimde sürekli bir titreme. dengelerin bu sürekli dönüşünde, bir bıçağa uzanmaya çalışıyor. düşüyor, kalkıyor, düşüyor... bıçak gerçekten orada mı? sol el bu bağları kesecek; ama titriyor; ama güçlü değil. yorgun düşünce kapanıyor, sıkıyor kendini sabırla. bekliyor, bekliyor. bir ağacın dalı nasıl güçlüyse içinde; ağır, sonsuz bir dengedeyse; ve nasıl zayıfsa, basit bir hamlede kırılmaya açıksa...

yüzüme kavuşmak istiyorum. şu yapışmış gülümsemelerden, perdesi örtülü bakışlardan; ne varsa yüzümde onu bir yüz olmaktan çıkaran; söküp atmak istiyorum. yüzüme yerleşmesin kimse, yüzümde hak istemesin. aynalarınızı tutmayın yüzüme. ne zamanki gerilimlerinden arınır bu yüz; ne zaman ki, yerçekiminde uyanır; gözlerini tanıdığı bir gökyüzüne açar, o zaman bu yüzde hayat başlar, sağ el bırakır oyalamayı, sol el kendini açar; ve kendine sarılır gibi bu yüz, iki avucun arasına kapanır...

şimdi bu ağız kalabalığı dünyayı dinliyorum. herkes bir başarı şarkısı söylüyor; herkes kendince güzel. ritmi arttıranın tükürükleri yayılıyor havaya, usulca söyleyebilenin dünyası güzel. dil tükürüklüdür, dilde kelimeler döllenir. kokuyorsa bir de ağzın, dişlerinde mikroplar besliyorsan senden doğan, düşmesin hiçbir kelime o ağzındaki geneleve.

herkesin yalanını biliyorum, herkesin oyununu. kelimelerin karnındaki kelimeleri. toprağın altı solucan kaynıyor. ama toprak ölmez, toprak en son ölendir, solucanlar ömür bilmez. eşelemiyorum toprağı, herkesi kendi yerinde bırakıyorum. isteyen çıkar, gökyüzüne bakar; isteyen toprağı kazar kazar, ya gider başka topraklara, ya orada ölür...

insan güzel ve çirkin, saf ve kaba. bazen bir otobüs dolusu et yığını, bazen tek başına dünya. ama sesi duyulan, sesi yükselen o her biri ayrı şarkı söyleyen, her biri diğerine doğru tüküren o ucube koro. biri çıkıp da kesin lan dese, dünya dönmeye devam eder mi? elbet eder! bir kısa sessizlik biter, daha yüksek sesle, daha tükürüklü şarkılar yükselir. birbirlerinin sırtlarına tepişip deliler gibi, nereye gittiklerini bilmeden, hızı bilmeden, yuvarlarlar dünyayı bu ucubeler...

sol elim boşa titremiyor; bildiği bir şeyler var. damarımda bir ağacın ağır ritmi, tırnaklarımda sinirlerimin bilediği bir bıçak hissi...

ben yüzüme kavuşmak istiyorum. verdiğiniz kelimeleri kullanmadan yazmak istiyorum şarkımı. o hayat olmayan sularda boğulmadan, kendi toprağımda bir solucana dönüşmeden, mutluluğu gülen aynaları sayarak hesaplamadan... içimde başka bir renk aktığını biliyorum. izini sürüyorum o rengin. benim de gökyüzünü tanıdığım bir sabahım olacak; çocukken tanıdığım gibi; ve o çocuğun avcunu avcuma, yüzüne yüzüme koyacak. getireceğim o sabahı; içten içe şarkımı okuyarak, aktıkça yüzümdeki felç, nefesimle hayatı hayata salarak...

24 EYLÜL 2008
Erdem Şimşek

9 Eylül 2008 Salı

Olanaklı Akılla Bu Kadar!

La Zona
Yasak Bölge
Yön: Rodrigo Pla

Gözetim toplumu üzerine yazılan, çizilenler, eğer işin ehli biri tarafından yazılmamışsa; mesela bir üniversite öğrencisi veya sıradan bir köşe yazarı tarafından yazılmışsa, bana hep aynı sığ sularda yüzen ergenleri okuduğum hissi verir. Derin bir konudur, ama köşebaşları kolay ezber edilir. Sonrasında bahsetmesi keyif vericidir. 1984 gözetim toplumu üzerine konuşma sempatizanlarının ütopyası veya başvuru kitabıdır.

Türkiye'de ilk elde aklıma u konuyu işleyen bir film gelmiyor. 1980'den 84'e sanırım henüz geçilmedi. Önce 1980 halledilmeli, ki onda aynı ergen kulaçların seslerinden başka pek de bir şey yok. Her fikir üreten 1980'den başlıyor işe.

La Zona, kendine ait özerk bir bölgede villa tarzı evlerde yaşayan özerk bir yönetimi, güvenlik birimleri ve jenaratörleri olan bir steril-zenginler dünyasına dışarıdan gelen üç hırsızın girmesiyle gelişen olayları, yabancılara karşı oluşan düşmanlığı, duvarların, kendi aralarında da zamanla uzamasıyla oluşan iç güvensizlikleri, samimiyetsizlikleri ve elbet histeriyi anlatıyor. Ama işin kötüsü bunu steril bir dille yapıyor.

İşin bu yönüne geçmeden bir de yine İspanyol yapımı bir kısa filmden bahsetmeli. 2006 yapımı "Meleksiz Gökyüzü" (Cileo Sin Angeles) daha bir bilimkurgu havasında yine gözetim toplumunu bir ileri çağ havasında anlatır. Ancak yine bir köşe başlarının ezber edilişini izleriz. İzlerken ne olabileceğini tahmin edebiliyoruz. Bir sürpriz yok. Sanki başka bir gezegende böyle yaşayanlar var da onları izliyoruz. Anladığım şey şu ki; bu konuyla ilgilenenler henüz okuduklarını kendi toplumlarında görebilecek yetkinliğe ulaşamamışlar. Deney yapar gibi film çekerek işin sağlamasını bilimkurgu ile yapıyorlar. Bize de "evet işte bu" demek düşüyor anlaşılan.

La Zona'ya dönersek; yanlış olan neydi dersek; bir kere çok temel yanlışlarla karşılaşırız. Yine, yeniden insanlar ya iyi, ya da kötüler. Arada sadece bocalayan, iyinin yanında kalmaya çalışan bir anne ve bir çocuk var. Elbet onlar da ya iyi, ya kötü. Bu iyi-kötü çatışmasında sıradan bir amerikan filmi izliyoruz havası da geziniyor. Herkesi tongaya getirecek bir polis de yine o filmlerden çıkma. Hırsız çocuklar, La Zona dışarısındakiler hep kara, kirli tenli. Her şeyin uçlara çekildiğini hissediyoruz. Azıcık akıllı bir balıksak bu oltaya gelmeyiz rahatça. Görebiliyoruz ki, film, filmde izlediğimiz insanlar gibi olanaklı insanlar tarafından olnaklı akılla çekiliyor. Ve bu olanaklı akıl, pastel renkleri, iyi çekim tekniklerini tercih ediyor. Dahası kanalizasyonları ışıklandırıyor. Steril hayatları anlatırken, dili de steril olarak kullanıyor.

Bu kadar eleştirdim. Peki çok mu kötü film? Hem evet, hem hayır. İşlediği konu ne olsa düşündürüyor insanı. Ama bir artı da konulamamış konuya. En basit ezberle, en basit hatalara düşülmüş. Sonun belli olduğu sahnede "abartmışlar" dedim. Film bittiğinde, yazılarla çıkan müziği duyunca "zaten dertleri bu değilmiş" diye düşündüm. Steril sinema koltuklarından ayrılanları hoşça uğurlamak üzere konformist hayatlara geçici bir fantezi olarak tasarlanmış diyebiliriz pekala...

27 Nisan 2008

4 Eylül 2008 Perşembe

Biga 1,2


Yarım kalan bir defterden ya da projemsiden...

1.

penceresiz bir oda. yatakta uyuyorum. uyanmaya çalışıyorum ama her tarafım tutulmuş. gözlerim açılmıyor. kendi kendime kalk erdem diyorum; kalk, bu oda, bu ev, bu uyklu seni hasta ediyor. zor bela kalkıyorum. holdeyim. evin bütün kapıları bu hole açılıyor. kapılardan biri üç defa sert bir şekilde vuruluyor; korkuyorum; nail'i arıyorum. nail diyorum, napıyorsun, dışarı çıkalım mı? nail, olmaz diyor, ev sahibimle sorunlarım var. orada, o holde, o boğucu evde öyle kalıyorum, başka kimseyi aramak istemiyorum. korkum kapının arkasında. eski ev sahibim, nail'in eski ev sahibi ölmüş, ertesi gün öğreniyorum...

2.

belediye anonsu; ölüm haberi; küçük yerleşimlerde yokluğun daha kolay hissedilişi. artık bir derece oralı oluşumun bir kanıtı olarak anonsun kelimlerini bilişim. bu yine geç bir sabah. yorganın kıvrımlarına yerleşmiş bir sıcaklığım, yorganın üstü soğuk. uykuyla uyanıklık arasında anonsu dinliyorum; ve ölünün ismi söyleniyor; bu ismi tanıyorummelih bey'in babası. melih bey biga'dan tanıdığımız bir insan. babası hastaydı, ölümü bekleniyordu. ama ben babasını hiç görmedim. yine de o sabah beklenen bir ölüm haberi içimi burktu. bile bile bir ölümün beklenmesi, kabullenilmesi kolay değildir. rengn akışının, gidişinin izlenmesi...

tepedeki evde, küçük odamda uyanmak için biraz daha uykuya ihtiyacım vardı; uyudum...

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Tanrılar, Yapılar, Karakterler


Tanrılar, Yapılar, Karakterler from Erdem Şimşek on Vimeo.


TANRILAR, YAPILAR, KARAKTERLER

Oyuncular: Çiğdem Çakmak, Eda Ceren Çakmak, Ersan Kaya
Çizimler: Çiğdem Çakmak
Yapım Tarihi: Ağustos 2008
Süre: 10'o8
Senaryo ve Yönetmen: Erdem Şimşek

Mimari üzerine tarih olmayan bir tarih, belgesel olmayan bir belgesel...

KATILDIĞI FESTİVALLER
2. İstanbul Uluslararası Mimarlık ve Kent Filmleri Festivali
ODTÜ Kısa Film Festivali (2008)

16 Haziran 2008 Pazartesi

Yüze ve Bize Dair


Argentina Latente
Uykudaki Arjantin
Yön: Fernando E. Solanas


İlokokul, ortaokul sıralarındayken defalarca duymuşuzdur Türkiye'nin doğal kaynkalrı ile kendi kendine yeterliliğini, zenginliğini. Gerisi boşluktur. Fernando Solanas'ın Arjantin'deki ekonomik krizin yansımalşarını anlattığı üçlemesinin son filmi olan Uykudaki Arjantin de benzer verilerle Arjantin'in doğal kaynaklarnın, zenginliklerinin sayılması ile başlıyor; ve sonra yapılan iş gerisini doldurmak oluyor.

Gemi sanayi, uçak sanayi, fizik, uzay, bilim enstitüleri, fabrikalar; ülkenin önemli sanayi ve bilim kuruluşları bir bir geziliyor filmde. Hepsinin geçmişi, bugünü ve geleceği anlatılıyor. Var'dan nasıl "yok" elde edildiğini ama "yok"'un içinde de hala bir şeylerin "var" olduğunu görüyoruz. Arjantin Bağımsızlık Savaşı bir kelime ile başladı deniyor filmde. Ve tüm bu kuruluşların filme konuşan kişileri de aynı kelime üzerinde duruyor; "mümkün" kelimesi filmin eksenine oturuyor.

Yaşananlar bildik, tanıdık olaylar ama yaşayanlar, konuşanlar; onların çıkarımları, hayata bakışları, duruşları bizden çok farklı bir noktada. "Uykudaki Türkiye" ismiyle aynı konseptte bir film çekilmeye çalışılsa nasıl zorluklarla karşılaşılır kimbiilir. Konuşan kişiler nasıl kısır, sessiz, ikircikli kalırlar. Mutlaka ki onların da aralarında ülkemize ilişkin önemli çıkarımlarda bulunabilecek kişiler olacaktır ama en iyi ihtimalde bile "mümkün" kelimesini besleyecek bir kültürden yoksunluk kendini gösterecektir.

Filmde hemen her kuruluşa veya sektöre ilişkin sorularda basit, yapılmamasına normal bir açıklama getirilemeyecek durumlarla karşılaşılıyor. Dünyada "şundan" vazgeçsek "şu kadar" insan açlıktan kurtulur istatislikleri gibi denklemlerle karşılaşıyoruz. Konuşanlar bu denklermleri biliyor ve bu bilinçlilik de "mümkün"'ü o kişilerin gözünde mümkün kılıyor.

Gerçeğin izdüşümüne dayanan, yıkan ve yıkarken hem de yapan, sonu yeni bir insanın adımlarını başlatma niyeti taşıyan üçüncü sinema'yı anlatan Octavo Getino ile kaleme aldıı yazısında Solanas belgesel değerlerin altını çiziyor. Ona göre "belgeleyen, tanıklık eden, bir olayın gerçekliğini derinleştiren ya da bir olayı yalanlayan her görüntü, saf sanatsal gerçeğin filmsel görüntüsünden daha falasını içerir; sistemin hazmetmekte zorlandığı bir şeye dönüşür" . Belgesel film, insana ne izlediğini unutturmayan filmdir. Gerçeklerden yola çıkılsa dahi bir kurgu filmde, filmin rengi, kıvamı tutturulamadığında bir çok filmde yaşadığımız gibi olay örgüsünde tıkanıp kalırız. Filmi, film izlemeyi öğrendiğimiz şekilde; yani sorgusuz, edilgen izlemeye devam ederiz. Bir çok koşulda "ne olacak" sorusu "neden oldu" sorusunun yerini alır. Maç sonucu sorar gibi filmin sonunu sorarız. Elbet film sonları önemlidir ama söz, filmin tümünde geçirir rahim süresini. Ya en başta doğursak çocuğu?

Aynı metinde Üçünce Sinema sık sık "bize ait" bir sinema olarak nitelendirilir. Metinle yapılan , batıya ait olup içkinleştirilmiş ne varsa yapılan işe bulaşmamasının ve onun karşısına kendi özgün silahlarıyla çıkılmasnın formülleştirilmesidir. Ve elbet sosyalist bir formül olarak pratiğini de anlatır. Her ülkede özgün dağıtım kanalları olabilirliğinden bahsedilir, özgün çözümler üretilebileceğini anlatır. Üçüncü Sinema kültür-manipülasyon çağının anti-manipülasyonu ya da panzehiri olarak tanımlanabilir.

Uykudaki Arjantin'de filme konuşan kişilerden biri filmin sonlarına doğru, kuruluşlar bir bir gezildikten sonra disiplinler arasını anlatır. 2+2 = 100'dür der. Dsiplinler arası budur der ve ülkenin yeniden inşasının yolunu buradan çizer. Bu formülü sanata uyarlarsak; sinema herhangi bir 2'dir ve 100'ü anlatması için yalnızca el kaldırması yetecek olan yetenekli ama cesareti meçhul bir 2'dir diyebiliriz. Neyin panzehiri olacağı ise kamerayı elinde tutanın "biz"'e ilişkin tanımında gizlidir.

8MAYIS 2008

13 Mayıs 2008 Salı

Nasıl Bir Dünyada...


The Road to Guantanamo
Guantanamo Yolu
Yön: Micheal Winterbottom - Mat Whitecross

Bush'un sözleriyle başlıyor film; "o insanlar hakkında tek bildiğim onların kötü oldukları". Ve sonra bir bilim-kurgu filmi başlıyor; evet, daha öncelerde izlediğimiz 1984 gibi, deney gibi insanın dayanma sınırının zorlandığı filmlere benzeyen sahneler izliyoruz; ama tüm bunların bir kurgu ya da bir şaka, hayal ürünü olmadığını bilerek; bu olayları yaşayanların dilinden ve gözleriyle karşı karşıya. Evet, gözleri çekiyor dikkatimi. Tüm olanları görmüş olmanın dehşetini hissediyorum o bakışlarla üzerimde. Ölülerden bahsediyorlar, tüm yüzü kanla boyanmış,kan kokan arkadaşlarından, bir kamyonda havasızlıktan ölenlerden, bir dehşet dünyasında yine bilim-kurgu filmlerinde kamyonlarla zombilerden kaçan insanlar gibi üniformalılardan kaçanlardan. Ve bunlar eski olaylar değil, yaşanmış bitmiş denemeyecek olaylar. Eş zamanlılık da bir dehşet unsuru. Nasıl bir dünyada yaşıyoruz diye defalarca sormalı.

Avrupa, Amerika dahil bu olanlar her yerde ve her zaman yaşanıyor. Tecrit, işkence, savaş, yoksulluk tüm bunlar dünyanın bi dünya sorunu. Bunlar üzerine bir şeyler söylemek, üretmek bir yazar için, yönetmen için ödev gibi. Zor bir ödev. Yöntemi üzerinde çokça çelişki yaşanacak bir ödev. Ama biliyorsak ki bunu tüm dünya izleyecek; o zaman belki hayatın amacı kadar önemli olur bu ödev.

Micheal Winterbottom ile daha önce with or without you isimli filmiyle tanımıştım. İyi kotarılmış bir aşk filmiydi. Bu kez böyle bir filmde ismini görünce şaşırdım. Ancak iki filmin bir ortak yanı da var; dürüstlük; yapılan işe karşı dürüstlük. Guantanamo Yolu zor bir ödev ama en basit yöntemle üstesinden gelinmiş; kendi varlığını olabildiğince geri çekerek.

Bu film bir bilim-kurgu filmi olarak dunulabilirdi. Biraz da gelecek üzerine felsefe tozları serpiştirilir; biraz da üst-insan karakterler yerleştirilir; pekala üzerinde bolca yazılar yazılan bir film olabilirdi. O zaman bu filmi izlerken hissettiğim gibi yalnız hissetmezdim. Herkesçe paylaşılan, konuşulan, trend olan bir şeyi izlediğimi hissedebilirdim. Ya da Micheal Moore'a ait bir yaygara filmi de olabilirdi. Yine sivrilmenin dil tatlısı olabilirdi bu şekilde. Oysa bu film bir uzay çağını anlatmıyor; ya da yaşananları genel kültür bilgisi olarak sunmuyor. Şu haliyle herkesin konuşabildiği bir film olsaydı, nasıl bir dünyada yaşıyoruz diye sormamıza gerek kalmazdı. Filmin özeti bu; filmin doğrusu; dünyanın yanlışı...

19 NİSAN 2008

2 Mayıs 2008 Cuma

Stok Fazlası Kareler

71 Fragmante Einer Chronologie Des Zufalls
Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası
Yön: Micheal Haneke

Olmamış. İzlediğim sekizince Haneke filmi ve en vasatı buydu diyebilirim. Her filminde olduğu gibi sıkıcı, rahatsız edici kareler var ama bu kez zemini çok gevşek. Sonları kesişen insanları izliyoruz filmde. Onların gündelik hayatarındaki sıkıntılarını, mutsuzluklarını; ama bu kadar sıradan işlebnecekse film, yapmaya da değmezmiş. Üçlemenin son filmi diye mi acaba? Stok fazlası kareler tıkıştırılmış gibi, ama ayrıntıya giremeyince, işlemeyince bunları iyi bir şekilde; kendinden öteye de gidememiş.

Bu filmde ilk kez Haneke'nin zekasından kuşkuya düştüm. Elbet her yönetmen kötü film çekeblir ama kötü filmler de iyi yönetmenlerin mitini kıran filmler olur. Bu son filmi olsaydı Haneke ölmüş, tükenmiş derdim. Kurdun Günü ile kanını tazelemeseydi de sonraki filmini merak etmeyeceğim biri olabilirdi. Zira hep aynı tarzla, konularla ve üstelik özünde sıkıcı bir yönetmen olarak ne kadar daha izletebilirsiniz kendinizi?

1 ŞUBAT 2008

28 Nisan 2008 Pazartesi

Siyah Beyaz Bir Uyku, Bir Ölüm


Liebe ist kalter als der Tod
Aşk Ölümden Soğuktur
Yön: Reiner Werner Fassbinder

Üçüncü girişimim sonunda tamamlayabildim aşk ölümden soğuktur'u. Türk filmlerine benziyor deniyordu film için. Evet; arabalar, dayakçı adamlar, racon tavırlar biraz andırıyor ama çekim, anlatım, diyaloglar tamamen alakasız. Filmi ne kadar zor ve yorganın altından uykulu gözlerle izledimse de, filmden önce seyretmeye çalıştığım amerikan menşeili insaide man filminden tüm ağır havasına rağmen daha fazla merak uyandırdı. Inside man, ortada hiç bir şey olmamasına karşın, seyirciden hayranlık bekleyen aptal bir film. Tamamlamadım filmi, ama tamamlasam da fikrimin değişeceğini sanmıyorum. Aşk ölümden soğuktur ise en azından ne yapılmaya çalışıldığı, ne olacağı konusunda merağı koruyabilen bir film. Bir üçlü arasında sessiz bir bağlılık ve bu sessizlikte yuvalayan sessiz ihanetler içeriyor film. Filmde herkes çuval gibi atılıyor, ölüyor ve herkes aşırı soğukkanlı. Çok kişi için sıkıcı gelecek bir film. Ve bana da pek bir şey hissettiremediğini, ama nasılsa inside man'in yoğun laf kalabalığından sonra nefes almak gibi geldiğini söyleyebilirim.

Bir de şunu ekleyeceğim; siyah beyaz filmleri izlerken "bu insanlar ölmüş", "buradaki gençlikleri gitmiş", "uğraşmışlar ama yokolmuşlar" cümleleri geçiyor içimden ve biraz da ölüme boğuluyorum; zamanın geçmesine, yaşamın ilerlemesine. İster istemez sıkıyor içimi bu.

29 OCAK 2008

22 Nisan 2008 Salı

Ich Weiß Nicht


Benny’s Video
Benny’nin Videosu
Yön: Micheal Hnaeke
Bir yüz ifadesi; ne istediğini bilmeyen, ne için yaptığını, ne için yaşadığını bilmeyen ama isteyen, yapan, yaşayan. Ve bu yüz ifadesi, sonrasında hep sorular sorulan ve hep bilmiyorum, hiç, bilmem gibi muğlak, geçiştirici cevaplar veren ve bakışlarını sıkça kaçıran, soruların bitmesini bekleyen, “şimdi gidebilir miyim” diyen Benny’nin yüz ifadesi.
Videolar; sürekli videolar; iç içe. Her şeyin kayda alınmasının rahatsız ediciliği. Yine bir nedensizlik. Asla aşırı duygulanmayan karakterler. Hep bir mantıkla bocalama halinde ebeveynler ve mantığın kendisinde saklı şiddet.
Bu filmi sevmeye çalışmak veya bir şeyler ummak, mesela karakterlerden olayları çözücü bir davranış beklemek yapılacak en büyük hata. Sınav gibi; her an tongaya gelinebilecek bir seyir ve bittiği zaman sınav hiçbir yerde açıklanmamış,açıkta kalmış bir sonuç.
Şimdi bir kameraya konuşsam; kayda alınmış hayatımı geri istesem. Kimden? Ich weiss nicht…
23 OCAK 2008

20 Nisan 2008 Pazar

Otto Pilotto



Los Amantes Del Circulo Polar
Kutup Çizgisi Aşıkları
Yön: Julio Medem
İsmine ve içeriğine bakınca ikinci bir “insan kalbinin haritası” izleyeceğimi düşünmüştüm ve şiddetle aynı filmi izlememeyi umdum.Sevdiğim bir filmin tekrar çekilmiş ve daha meşhur olmuş bir versiyonunu izlemek hiç de keyif verici olmazdı. Film, içeriğinde bir çok benzer öğe bulundursa da işlenişiyle, ağırlık verdiği noktalarla farklı bir film olarak karşıma çıktı.
Film başından itibaren bizi inanmaya çağırıyor. Daha ilk çocukça soruda inanıp inanmayacağımız soruluyor. Belirli aralıklarla karşımıza çıkan rastlantılara oyuncularla beraber inanmak üzere sığınıyoruz. Biraz da her rastlantının tutması sonu belli bir film izleyeceğimizi düşündürüyor. Bir şekilde sürekli aşka doğru pozitif ve masalsı ilerliyor film.
Ve kırılma geliyor. Kırılma ile soru sormaya başlayabiliyoruz. Otto’nun annesinin güzelliği, sadeliği, sıcaklığı yaşanmamış, unutulmuş bir güzellik olarak yitiyor. Bizim sorumuzu Otto soruyor; “babam seni nasıl terk edebildi?”
Otto ve babası, Ana ve annesi bu kırılmadan sonra dörde bölünüyor. Bir yalnızlıkla süreci ve elbet başka ilişkiler süreci yaşanıyor.
Otto Pilotto inandığı bir masalı yaşamak üzere pilot oluyor; ama bir başka masaldan vazgeçerek. Bundan sonra son rastlantıya giden durgun süreç ilerliyor. Son rastlantı bize posta ile ulaştığında bizim de son bekleyişimiz başlıyor. Ana ile bekliyoruz. Tedirgin, umut ederek ve umuda da inanmak isteyerek, bir ayağımızın boşluğa basmasından hep korkarak. Ana’nın gözlerinde bitireceğimiz filmin bizim için en yoğun süreci bu bekleyiş oluyor. Büyük Otto’nun evinde Küçük Otto’nun karşısına çıktığı yerde titreme, sendeleme, adım atma, geri çekme karışımı bir hareket yapıyor Ana. Olmayan bir hareket. Yaşananın masalda kalan kısmı; bizi de orada bırakan kısmı…
23 OCAK 2008

29 Mart 2008 Cumartesi

Lodos



çatık kaşlı bir uyku; uyumak için bir inat hali. ve uykunun içinde sürekli bir uğultu. yatağı mı titriyor? deprem mi oluyor? gözlerini açıyor; kaşları hala çatık. uğultu hala devam ediyor, uğultu dışarıdan geliyor; deprem yok, lodos var. boğazında bir yanma; susuzluk hissediyor. uyku bıçak gibi kesiliyor; uyku bitti….

yanıbaşındaki lambayı açıyor; oda aynı renkte, aynı durgunlukta. dışarısı ise gürül gürül kaynıyor. pencereyi açıyor; lodos. dışarısı sıcak, nokta nokta bir yağmur yağıyor; hafif. sokakta teneke kutular koşturuyor. çatılardan garip sesler geliyor; görüntüye girmeyen sesler. pencere önündeki bitişik yatağına oturuyor. o, lodosu seviyor; rüzgarın bu en diri anını. ve hafif de yağmur; her şey istediği gibi. ama uzun apartmanların çoğul pencerelerinden birinden kısıtlı bir bakış yapabildiği. kapıyor pencereyi; kısıtlı imkanı sevmiyor. ışığı da kapatıyor; yeniden karanlık ve uğultu. ardından yağmurun sesi artıyor; nokta nokta, patır patır. ağırca kapanan bir göz gibi; süzülerek düşen bir tül gibi; uğultuyu usulca bastırıyor yağmur; kapalı gözkapaklarına dokunuyor usulca uyu der gibi. ama kısa sürüyor yağmurun sesi; kesiliyor. yeniden karanlık ve boşluk; yeniden uykusuzluk; karanlık içinde apaçık gözleri…

ertesi gün aynı yatakta yatıyor. dışarıda yağmur tıkırdıyor. onunsa beyni yorgun, havasız. eskiden, yağmur penceresine düşerken; bahçeler üzerine düşerdi; şimdi apartmanlar arasına, yollara, arabalara düşüyor. dilinde hep bir özlem kelimesi; geçmişe de değil; yaşanabileceğe ; en basite. o, lodosu seviyor. şu önündeki her şeyi yıkma gücünü seviyor. lodos, apartmanları itiyor, çatılardan tehdit sesleri çıkartıyor. lodos biraz da şehrin üzerinde uçma hissi.ama sadece yukarılara bakınca varoluyor bu his. pencereden içeri dönünce kayboluyor. yatağına oturup içeriden bakıyor lodosa; içerisi engel; içerisi özür; içeriyi bilmek bir eksiklik ve bu hissin yalan olduğunu söylediği an kendine kapıyor pencereyi; daha fazla dinlemek istemiyor bu hikayeyi…

gözlerini kapıyor; kaşları çatık. en basite içerliyor; en zor oluşundan…
uyuyor….

o uyanmadan gidiyor lodos.
bir daha bu şehre ne zaman gelir bilinmez…

25.03.2008